Demokrasi, İnsan Hakları ve Etnik Meseleler

TAKİP ET

Bana sorsalar, 'Kendin ile övündüğün yanın nedir?' diye;  'kimseye bağımlı olmadan, etki altında kalmadan düşüncelerimi söylememdir.' şeklinde cevap veririm.

Aslında bu anlayış herkes için geçerlidir. Herkes, kendinin etki altında olmadığını, hiçbir baskıyı kabul etmediğini söyler. Yani bağımsızlık kişinin yaradılışında vardır.

Ancak, Ortaçağda kölelerin sahiplerine hizmet ettiği, sahiplerinin de övgülerini aldığı ölçüde kendilerini mutlu ve özgür olarak kabul ettiklerini düşünürsek, herklesin özgürlük anlayışı da birbirinden farklıdır.

Günümüz şartları içinde durumu değerlendirirsek, özgürlük ve insan haklarının en çok sözü edildiği ortamlarda, bu kavramların daha çok suistimal edildiğini görmekteyiz. Özellikle etnik konuların daha rahat tartışılabilmesi ve kendine hareket alanı sağlayabilmesi için bu kavramlar sıkça kullanılır. Yani etnik ayrımcılığın gerekçesi, kişinin hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği tezine dayandırılır.

Oysa yine görmekteyiz ki etnik temelli mücadelelerin verildiği ortamlarda, kişilerin hak ve özgürlükleri daha çok ihlal edilir. Bu, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de daha barız bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Özellikle, kadına yönelik şiddetin yaşandığı, çocuk yaştaki kızların başlık parasıyla evlendirildiği, kan davasının hiç bitmeyecek gibi devam ettiği, “töre” adı altında cinayetlerin işlendiği, ağaların ve şeyhlerin malı götürdüğü, halkın büyük bir bölümünün toprak sahibi olamadığı, eğitim seviyesinin çok düşük olduğu, hukuksuzluğun en çok yaşandığı bölgelerimizde ön plana çıkan ve en çok tartışılan konu etnik meselelerdir.

Ayrıca etnik amaçlı, bölücü faaliyet gösteren siyasi ve sivil oluşumlar da maalesef bu sorunlar üzerinden konuya yaklaşmazlar ve bir kez olsun gündeme getirmezler.

Bu şekilde faaliyet gösterenlerin amacı zaten belli!.. Ancak hem yöre halkının, hem de diğer kesimlerin bu durumu gündeme getirmemesi, tartışmanın da tarafı olarak bu konuyu suistimal edenlerin değirmenine su taşıması daha vahim bir durumdur.

Bu böyle devam ettiği sürece de, art niyetli insanlar bu işten daha çok ekmek yiyecekler gibi görünüyor.

AYDINLAR KALIBA SIĞAR MI?
Cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve diğer bütün sivil oluşumlar toplum için gereklidir.Özellikle de avam için...Onları düzene koyar, başıboş bırakmaz, böylece de kaos oluşmadan toplum yönetilmiş olur. STK' ların, gelişmiş ülkelerdeki statüsü farklıdır, ancak ülkemizde böyledir.Çoğunlukla paranın ve siyasetin emrindedirler.Çok azı bunun dışında kabul edildiği için zaten bertaraf edilmişlerdir.

Ancak gerçek aydınlar, topluma yön verecek insanlar, bilim adamları da bu oluşumlarda yer alarak kalıba girdi mı işler değişiyor. Yanlış anlaşılmasın; bu insanların da bu konularda fikri,zikri, siyasi partisi falan elbette ki olabilir. Burada bu oluşumların ortaya koyduğu kalıptan ve tek tip, kendi kısır ufuk çerçevesinde yetiştirmek istediği insan tipinden bahsediyoruz.
Bu tür oluşumlar içinde fiziken yer alan dahiler, bu kalıpları yırtmaya çalışan ve içeriye bir nebze olsun ışık girmesini sağlayacak,toplumu aydınlatacak düşünce dünyalarındaki sorgulayıcı, hareketli sivri dimağları, zamanla törpülenerek sıradanlaşacak ve avamın istediği kıvamı alacaktır.

Toplum olarak en büyük sıkıntımız budur.Sadece tüketime ve yönetilmeye programlanmış, fikri yönden yaşadığı topluma hiç bir şey veremeyen, adeta düşünme hücreleri öldürülmüş insan tipi!..Aslında bütün islam ülkelerinin de sorunu budur.

Bu tür insanların sıra dışı zeka ve eylemlerini anlayamamak!..
Çünkü insan ancak kendi zeka seviyesi kadarını anlayabilir. Fazlasını ise ya zararlı görür ya da yanlış anlar.
Atatürk'ün anlaşılamadığı gibi!..

BU İŞ ZORLA OLMUYOR YA DA YÖNTEM YANLIŞ!
Okuyan bir toplum olalım diye yeni yöntemler, yeni projeler uygulanıyor ama bir türlü olmuyor maalesef.

Oysa Avrupa'da en az okuyan toplum Yunanlılar olmasına rağmen yılda kişi başına on kitap düşüyor.Bizde ise böyle bir istatistik var mı bilmiyorum ama, kişi başına değil de, kitap başına düşen kişi sayısı binden az değildir sanırım.

Ama ihtiyaçlarla ilgili yapılan bir ankette kitap, ihtiyaç sıralamasında 235. sırada.Fırın çakmağından da sonra geliyor.

O zaman bu yöntemleri ve projeleri tekrar gözden geçirmek gerekmez mi? Ya da böyle isteniyor da olabilir mi? Belki birilerinin işine yarıyordur!

BİZ AYNI TARAFTAYIZ!
Unutmayalım! Sen,ben ,o...Siyasi görüşümüz ne olursa olsun, alın teriyle çalışarak ekmeğimizi kazanıyorsak aynı taraftayız.

Ve unutmayalım, siyaset bir meslektir ve siyasetçiler de bu işten para kazanıyor.Ama vatandaşa göre biraz fazla!..Yani kimsenin halk için,ülkesi için kendini feda ettiği yok. Büyük çekişmelere sahne olan meclis oturumları, sadece kendilerine "zam" söz konusu olduğunda süt liman oluyor ve oy birliğiyle onay çıkıyor. Bu da yetmiyormuş gibi, bütün geleceklerini de garanti altına alıyorlar.

Şimdi soruyorum asgari ücretle çalışana ve ya hiç işi gücü olmayana; "Bu karşılıksız sevda nedir? Kendini neden bu yolda bu kadar heba ediyorsun?"

AMACIMIZ NEDİR?

Amaç, daha başarılı bir nesil yetiştirmek değil mi?
Ancak Milli Eğitimin bütün enerjisi, koltuk ve siyasi çekişmeler yüzünden öğrenciye ulaşmadan heba ediliyor.

İyi ki öğretmenlerimiz bütün bu hesapların dışında...
Onların emeğiyle ve sevgisiyle, çocuklarımız, yazın çölde susuzluktan kavrulmuş zavalli bir çiçeğin yağmur damlalarıyla dirildiği gibi ayağa kalkıyor ve hayat sahnesinde yerini alabiliyor. Bir veli olarak öğretmenlerimize teşekkür ediyorum.

DİNİMİZDE TERÖR YOKTUR!..
Yoktur da o zaman sormak mecburiyetindeyiz,"Ortadoğu'da yaşanan acaba bizim dinimiz mi?"
İnsanlar neden kaçıyor bu coğrafyadan.

Ülkesindeki sefaletten ve savaştan kaçmak için çürük teknelere binerek denize açılan binlerce insan boğularak can vermiyor mu? Bunların hepsi Müslüman.
Hani ülkelerinde petrol vardı, zenginlik vardı; mutluydular!..

İnsana insan gibi değer verilmediği, düşünce ve ifade özgürlüğünün hiçe sayıldığı, kadınlara insan gözüyle bile bakılmadığı, köleler ve efendilerinin olduğu, bir de savaş ve göz yaşının eksik olmadığı bir toplumdan elbette insanlar kaçar.
Allahtan, bir ayağımız orada bağlı olsa da, son anda kendimizi bu en derin ve acımasız insanlık çığlığının atıldığı, yakın bir gelecekte de bu hengameden kurtuluş ümidinin pek olmadığı anlayıştan bizi bir nebze olsun çekip aldığı için Atatürk'e sonsuz teşekkürler...

İŞİNE GELDİĞİ GİBİ!..
Dergahta ho­ca ders an­la­tır­ken, genç müridlerden bi­ri par­mak kal­dır­mış, “Su­sa­dım ho­ca­m” de­miş…
Ho­ca si­nir­len­miş: “Öy­le den­mez!..
‘De­ru­num ateş-i nar ile pür­yan idi­gün­den, bir ka­deh leb­riz ab-ı hoş­gü­var, nuş ey­le­ye­rek, tes­kin-i ateş ve bu su­ret ile ik­ti­sab-ı fe­rah-ı bi-şu­mar ey­le­me­li­yi­m’ de­me­liy­din… Ca­hil­ler gi­bi ‘su­sa­dı­m’ de­mek olur mu?”
Ara­dan za­man geç­miş, bir gün sı­nıf­ta­ki man­gal­dan sıç­ra­yan kı­vıl­cım, ho­ca­nın sa­rı­ğı­nın kıv­rı­mı­na gir­miş…
Genç mürid, Pirinin gözüne girmek için he­men par­ma­ğı­nı kal­dı­rıp he­ye­can­la ho­ca­ya ha­ber ver­me­ye ça­lış­mış:
“Ey ha­ce-i bi-mi­sal, v’­ey üs­tad-ı zi-ke­mal, bu şa­kird-i pür-ih­mal, şol vec­hi­le arz-ı hal ey­ler ki; bu hik­met-i mü­te­’al, nar-ı man­gal­dan bir şe­ra­re-i cev­val per­tab ile ser-i aliy­yü­’l ali­niz­de­ki sa­rı­ğı iş’­al ey­le­miş­ti­r”
Ho­ca der­hal eli­ni sa­rı­ğa at­mış, tu­tu­şan sa­rı­ğı pen­ce­re­den fır­lat­mış, genç müride dö­nüp “B­re aptal” de­miş, “Sa­rı­ğın yanıyor de­se­ne! Az kalsın başım yanacaktı.­”

Binlerce yıldır sadece Türkler değil, bir çok kavim, Türkçenin üzerinde tepinecek, şarkısını-Türküsünü, derdini-kederini, mutluluğunu-sevincini, sevdasını,duygusunu Türkçe ifade edecek; sonra da kalkıp diyecek ki, Türkçe bilim için, edebiyat için, felsefe için yeterli değildir!..
Bunlara hüngür hüngür gülüyoruz, katıla katıla da ağlıyoruz!..

BİLGELİK ÜZERİNE AFORİZMALAR…

Bilgeler, sizi kendi bilgelik dünyalarına davet etmezler! Sizi kendi akıl eşiğinize götürürler.
Anneler ve öğretmenler de böyledir.

Bilgelik hayatı düşünmektir, ölümü değil!

Hayata karşı bir duruşu olanlar, mücadele edenler sonunda mutlaka kazanırlar ve bir hayat hikayeleri olur.
Diğerleri ise silinip giderler.

Rüzgar, mumu söndürür ama ateşi asla... Sadece şiddetini artırır.
Derinliği olan her şey; işimiz, duygumuz,davamız bir çoban ateşi misali yandığı sürece korkuya mahal yoktur! Ve bu sayede yeni ateşlerin tutuşması da kaçınılmazdır.
Ama mum ışığıyla sadece kendini aydınlatmaya çalışan bencil ruhlar, elbette ki korkmakta haklısınız.
Sonunda karanlıkta kalacağınızı kendiniz de bilmektesiniz ve bu sizi kahrediyor.
Ama yine de korkmayın! Yüce ve cömert ruhların yakacağı ateşin kıyısında size de yer ayrılacaktır, bunu hiç anlayamasanız da...

Biz böyle gördük böyle inandık...
Güçlü olduğumuz yerde susup alttan almayı, ancak yalnız olduğumuzda ise en yüksek telden haykırmayı...
Bu biraz da mizaç meselesidir!
Çocukluğumuzda dahi mahallede top oynarken en zayıf takımda yer almak isterdik, savaşalım diye...
Kazanmanın bir anlamı olsun diye...
Şimdi bizi tanımayanlar bize diyorlar ki, "Ortamı ve şartları değerlendimek lazım!"
Biz de onlara diyoruz ki, "Gölge etmeyin, başka ihsan istemeyiz"

HOŞÇAKALIN…